John Casey Yönetici
Mesaj Sayısı : 471 Kayıt tarihi : 26/07/10
| Konu: Yuna Mitolojisinde Aşk Öyküleri Ptsi Ağus. 02, 2010 3:43 pm | |
| Orpheus ile EurydikeThrakia kralı Oiagros ile Musalardan Kalliope’nin oğluymuş Orpheus. Güzel sanatlar tanrısı Apollon’un oğlu olduğu da söylenir. Tanrısal müzik yeteneği tanrı babasından geliyormuş demek öyleyse. Onun bu yeteneği öylesine eşsizmiş ki çalgısını çalmaya başladığı zaman en yırtıcı hayvanlar bile yırtıcılıklarını unutup ayaklarının dibine uzanırlarmış lirinden çıkan tanrısal ezgileri dinlemek için. Kuşlar şakımalarını keser, rüzgarlar esişlerini, ırmaklar akışlarını durdururlarmış. Eurydike adlı bir kıza sevdalıymış Orpheus. Kız da gönülden tutkuluymuş ona. Birlikte çok mutlu günler geçirmişler ne var ki çok fazla sürmemiş mutlulukları. Günün birinde bir yılanın sokmasıyla öte dünyaya göçmüş Eurydike. Orpheus günlerce ağlamış, dövünmüş karısının arkasından. Ama öylesine tutkulu bir sevgiyle bağlıymış ki eşine Thanatos’un (ölüm) oldu bittisine boyun eğmek istememiş başkaları gibi. Yerin altına inecek, ruhlar dünyasının hakan ve ecesine yalvaracakmış sevdiğini geri versinler diye. Sonunda varmış da ölüler ülkesine nice engelleri aşa aşa. Hades’i ve ecesini(Persephone) şarkılarıyla yumuşatabilirmiş ancak. Hem çalmış hem söylemiş şu deyişlerle: “içtenlikle söylüyorum sizlere ey ölüler dünyasının sultanları! Tartarus’u (ölüler ülkesinin en derin yeri) görmeye meraklı olduğum için gelmedim buraya. Medusa soyundan üç başlı cehennem köpeği (cerberus) de sürüklemedi beni yerin altına. Bir engerek soktu eşimi zehrini bütün vücuduna akıtarak önündeki uzun yılları çarçabuk bitiriverdi. Onun kaybının acısına dayanmak istemedim ve denedim de bunu. Ama aşk kırdı benim direncimi. Onun gücünü siz de yadsıyamazsınız; sen ey ruhlar dünyasının efendisi! Aşk denilen duygudan habersiz olsaydın eğer kaçırıp getirir miydin Persephone’yi buraya ve paylaşır mıydın tahtını onunla? Sonunda hepimizin yolu buraya düşecek. Karımın çok erken kestiğiniz yaşam yumağını bağlayın yeniden yalvarırım size. Verin onu bana da geri götüreyim. Eğer bu lütfu esirgerseniz benden bilin ki ben de geri dönmeyeceğim. Belki de daha çok sevinirsiniz o zaman kimbilir!” Orpheus sazının tellerini en tanrısal ezgilerle böyle tıngırdattıkça Hades’in kendine özgü yaşamı da durmaktaymış. Bütün ruhlar ağlıyormuş şimdi. Cehennemin sonsuz azapları bile büyülenmişler bu ezgilerden. Tantalos ağzını uzattıkça kendisinden kaçan su kaynağıyla ilgilenmiyormuş artık. Hades ile Persephone de çok duygulanmışlar. Eurydike’yi vermişler Orpheus’a geri götürsün diye. Ama bir koşul da ileri sürmüşler: Orpheus, Hades’in yeryüzüne açılan kapısından çıkıncaya değin dönüp bakmayacakmış ardı sıra yürüyen Eurydike’ye, yoksa boşuna olacakmış bu çabalar. Birkaç adım kalmıştı yeryüzüne çıkmaya. Ama bunca alışılmaz yolculukları göze alan Orpheus’un içini öylesine bir özlem doldurmuş ki yeniden ışığı görmek için geçecek birkaç saniyelik zaman yüzyıllar gibi uzak gelmiş ona. Dayanamamış, dönmüş bakmış geriye, bakmasıyla da karısını bir daha görmemecesine kaybetmesi bir olmuş. Yeniden Hades’e inme umudu da kalmamış artık. Tanrılar izin vermezlermiş ikinci kez böyle bir şeye. Orpheus hiçbir kadına ilgi duymamış bir daha. Thrakialı kadınlar fena almışlar bu ilgisizliğin öcünü Orpheustan. Bir gün parça parça etmişler onu. Kesik başını ve çalgısını denize atmışlar. Derler ki kesik baş dalgalar üzerinde salınarak şarkı söyleye söyleye Lesbos’a (Midilli) kadar gitmiş. Sonra bir tapınak yapılmış orada Orpheus için….. Hero ile Leandros Çanakkale boğazının iki yakasında eski çağlarda kurulmuş iki şehir varmış karşı karşıya. Avrupa yakasındaki şehre Sestos derlermiş, Anadolu’dakine de Abydos. Sestos şehrindeki bir kulede Hero adında güzel bir kız yaşarmış süt ninesiyle birlikte. Bir Aphrodite rahibesiymiş genç kız. Ama henüz bir kez bile ayak basmamış tanrıçanın tapınağına. Doğduğundan beri o kulübede yaşıyormuş. Bilicilerin, kız daha doğmadan söylediklerine göre Hero yaşadığı sığınaktan çıkacak olursa bir uğursuzluk gelecekmiş başına ve henüz yaşamının baharında ölecekmiş. Kızcağız aslında delicesine merak edermiş dört duvardan ibret dünyasının dışında neler olup bittiğini. Otururmuş saatlerce penceresinin kenarına boğazın kimi zaman kıpırtısız mavi lacivert sularını seyredermiş. Hoş ezgiler gelirmiş zaman zaman kulağına. Nereid’lerin söylediği şarkılarmış bunlar ya da kıza öyle gelirmiş. Triton’ların su yüzeyine çıkıp birbirleriyle sataştıklarını görür gibi olurmuş. Kimi zaman da o kıpırtısızlık dev dalgalara bırakırmış yerini. Sular yükselir yükselir sonra köpük köpük öfkeyle vururmuş kıyıya. Kızcağız o zaman korkuyla, “acaba kimler kızdırdı denizler hakanını böyle?” diye düşünürmüş. Sonra bahar gelirmiş ve işte Abydos kıyılarının seyrine doyum olmazmış o zaman. Toprak ananın bağrı kır çiçekleriyle bezenirmiş her renkten. Rüzgar tatlı tatlı esişiyle usul usul boyun eğdirirmiş meyve yüklü yemyeşil dallara. Kuşların cıvıltıları Orpheus’un çalgısından çıkan tanrısal ezgilerle yarışırlarmış. Doğanın sevinciymiş bu aslında. Aphrodite’nin sevgilisi Adonis’in yeniden yeryüzüne dönmesinden duyduğu sevinç. İki sevgilinin kavuşması şenliklerle kutlanırmış, törenler yapılırmış tanrıçanın tapınağında. Bir bahar günü yine yapılmaktaymış kutlamalar. Halk akın akın Aphrodite’nin tapınağına gidiyormuş. Hero da katılmak istemiş bu şenliklere. “Zaten görevimdir de bu benim, tanrıçamıza adanmış bir bakire değil miyim ben? Öyleyse ben gitmeliyim bu kutlamalara herkesten önce. Aphrodite’nin tapınağında buhurlar yakıp saçılar sunmalıyım ona” demiş. Öylesine yalvarmış ki yaşlı süt nine razı olmak zorunda kalmış sonunda. Kızın bu en doğal isteğini engelleyip ak kollu tanrıçanın öfkesini üzerine çekmeyi de istemiyormuş ayrıca. Çıkmışlar kuleden, tutmuşlar tapınağın yolunu ötekilerle birlikte. Hero öylesine şaşkın ve öylesine mutluymuş ki ilk kez içinde bulunduğu doğanın bu güzelliği karşısında yavru kuzular gibi zıplayıp oynamak istiyormuş. Tapınağa varmışlar, Hero buhurunu yakmış; saçısını sunmuş sevinç içinde. Sonra çıkmışlar tapınaktan süt nineyle birlikte. Hero’nun tam o sırada kendi yaşında bir delikanlıya takılmış gözleri. O kadar güzelmiş ki genç adam, Hero bir türlü bakışlarını ayıramıyormuş ondan. “Bu genç olsa olsa kendi adına yapılan şenlikleri yerinde kutlamaya gelen Adonis’tir” diye düşünmüş. “Hiçbir ölümlü erkek bu kadar güzel olamaz. Tanrıçamız haklıymış ona vurulmakta. Aphrodite çağırmış olmalı onu tapınağa. Ama ben niye bakıyorum böyle tanrıçamızın yavuklusuna gözlerimi dikip! Hayır hayır günaha girmemeliyim, bakıp da kızdırmamalıyım Aphrodite’yi” Böyle diyormuş kendi kendine ama bir türlü bakışlarını ayıramıyormuş delikanlıdan. Öte yandan Leandros adındaki bu genç adam da ayıramıyormuş özlerini bir türlü bu genç kızdan. O da benzeri düşünceler içindeymiş. “Bu kız insan suretine girmiş Aphrodite’nin ta kendisi olmalı. Yoksa hiçbir kadın güzellikte yaklaşamaz bile ona. Anlaşılan bu bahar tanrıça insan görünümüne girip ölümlülerle paylaşmak istiyor yavuklusuyla kavuşmasından duyduğu sevinci. Mutlaka böyle olmalı yoksa tanrıçanın işi ne ölümlüler arasında. Ama ben bakmayayım onun yüzüne, çarpılırım yoksa.” İki genç böyle düşüne düşüne uzaklaşacakları yerde birbirlerine yaklaşmamışlar mı farkında bile olmadan! Sonra birleşivermiş elleri birden. İlk heyecanları geçtikten sonra söylemişler birbirlerine boğazın iki yakasından birer ölümlü olduklarını. Leandros: “Ama aşklarımız ölümsüz olacak bizim” demiş. “Çünkü ak kollu tanrıça istemiş olmalı bunu. Aşk tanrıçası değil mi? Verdi oğlu Eros’a buyruğunu, o da ta yüreklerimizin ortasına attı sevgi taşıyan oklarını. Artık birbirimizden vazgeçemeyiz.” “Peki nasıl buluşacağız?” demiş Hero, “ben ayrılamam ki kuleden” “Kolayı var onun. Ben şu karşı kıyıdaki Abydos’ta yaşarım. Ama tasalanma! Bir Triton gibi güzel yüzerim. Geceleri el ayak çekilip de süt ninen uyuyunca sen yakarsın fenerini, ben de ışığı görüp yüze yüze gelirim senin bulunduğun yere. Gül parmaklı şafak güzel yüzünü göstereceği zaman da ayrılırım yanından.” Dedikleri gibi de yapmışlar. Hero süt ninesi uyurken o da yatağına çekilirmiş sanki uyur gibi yaparak, sonra geçermiş pencereye elinde feneri delikanlının yolunu gözleyerek yüreği çarpa çarpa. Leandros bir deniz kuşu gibi süzülüp suyun üzerinde kıyıya çıkarmış; o zaman kucaklaşırmış iki sevgili. Delikanlının bedenindeki tuzlu ıslaklık Hero’nun vücuduna da geçermiş tatlı bir ürperti vererek. Kaç gün, kaç hafta, kaç ay geçtiğini bilmeden buluşmuşlar böyle her gece Eros’un yürekleri alevlendiren esiniyle. Ama onlar fark edemeseler de geçiyormuş mevsimler ardı sıra. İlkbahar çoktan bitmiş, yaz gitmiş, sonbaharın son günleriymiş artık. Kış geliyormuş neredeyse deli deli esen rüzgarlarıyla. Bir gece Anadolu yakasından yine denize girmiş Leandros her günkü zorlu yolculuğuna başlamak üzere. Karşı kıyıda Hero’nun ışığını görüyormuş rüzgarla titreşen. Artık karşı kıyıya yaklaşmak üzereymiş ki ne olduysa o zaman olmuş. O zamana kadar pek de azgın görünmeyen denizde bir fırtına patlamış. Denizler hakanı Poseidon sanki birine öfkelenmiş de kızgınlığını ondan almak istermişçesine üç dişli yabasıyla sürmüş dalgaları Leandros’un üzerine. Her kıyıya yaklaşmak istediğinde dalgalar geri atmış delikanlıyı. Ak tanrıçadan yardım istemiş Leandros. Denizdeyken zorda kalanlara yardım edermiş o ama dalgaların uğultuları ve kükremeleri arasında delikanlının sesini duyamamış. Delikanlı son gücü ve umuduyla ışığa doğru yüzmeye çalışıyormuş hala ama ışık da sönüvermiş birdenbire. Leandros nereye doğru yüzeceğini bilememiş o zaman. Saatlerdir dalgalarla boğuşa boğuşa yüzecek güç de kalmamış kollarında. Derken dalgaların en büyüğü gelip uçurmuş delikanlıyı bulutlara doğru adeta, ordan da savurmuş onu bir o kıyıya bir bu kıyıya. Sonunda da merhamete gelmişler gibi, cansız bedenini Hero’nun kulesinin önündeki kıyıya bırakmışlar dalgalar. Hero sönen ışığını yakmış yeniden kaygıyla. Bir yandan da dalgaları kollayıp dururmuş Leandros geliyor mu diye. Bir ara içi geçer gibi olmuş o kaygı ve gerginlik arasında. Gözlerini açtığında ise gece yerini kış gündüzünün puslu, kurşuni aydınlığına bırakmış. Leandros’u görmüş o zaman kumsala serili durumda. Yüzü Hero’dan yana dönükmüş ve hala açık gözleriyle ona bakmaktaymış sanki. Hiçbir tepki göstermemiş Hero. Tapınağa giderken giydiği en güzel elbiselerini giymiş yeniden, bırakmış kendisini kulenin en tepesinden dalgaların koynuna… Derler ki Nereus kızları bu iki cansız bedeni alıp götürmüşler tanrısal bir arabada denizler ecesi Amphitrite’nin sarayına. Amphitrite yeniden can vermiş onlara ve evlendirmiş ikisini. Hala da mutluluk içinde yaşamaktaymışlar denizler ecesinin o nerede olduğu bilinmez sarayında… Philemon ile Baukis Günün birinde tanrılar başbuğu Zeus’un aklına esmiş nasıl esmişse “varıp şu ölümlülerin yanına halleri nasıldır bir göreyim” demiş almış Hermes’i de yanına, her ikisi de insan görünümüyle Olympos’tan inmişler yeryüzüne. Bir eve gelmişler, çalmışlar kapıyı “yolunu yitirmiş iki garip ademiz, açar mısınız? Alır mısınız bizi içeri konukluğa tanrılar hoşnut olsun diye sizden?” demişler. Ama kapı değil açılmak aralanmamış bile. Böyle bin ev dolaşmışlar belki ama kimseden konukseverlik görememişler. Ya açmıyorlarmış kapıyı ya da açsalar bile hemen kapatıyorlarmış “bizim ne idüğü belirsiz, çulsuz, dilenci takımıyla işimiz yok” diyerek. Nice zengin konaklarından aldıkları yanıt böyle olmuş işte. Her yerden geri çevrilen tanrısal gezginler sonunda harap bir kulübeye gelmişler. Saz ve samanla kaplıymış bu kulübenin her yanı. Kapıyı yaşlı mı yaşlı bir kadın açmış. Bakmış ki karşısında iki zavallı yolcu. Çok yol yürümüşler belli ki, yorulup susamışlar. Kadın “kimsiniz, necisiniz” diye sormamış bile. “Aa durulur mu öyle kapıda sayın konuklarım buyursanıza içeri” demiş. Tanrısal konukları içeriye girince bir de en az kadın kadar yaşlı, neredeyse iki büklüm ama güler yüzlü bir adam görmüşler. İhtiyar adam” buyurun sayın konuklar oturun şu minderin üzerine de dinlenin biraz. Size sunabileceğimiz bir koltuğumuz bile yok, ama bağışlayın bizi artık, en iyi eşyamız bu” diyerek eski püskü, yamalı, ama temiz bir minder göstermiş. Kendisi de karısıyla birlikte bir kütük bulup üzerine oturmuşlar tanrısal konukların karşısında. “Benim adım Philemon” demiş ihtiyar adam. “ Karımınki ise Baukis. Kaç on yıl geçti birlikte yaşayalı bilemiyoruz. Belki altı belki yedi. Bizbize geçinip gidiyoruz böyle. Hizmetçimiz de yok efendimiz de. Buyuranımız da yok buyurulanımız da. Ama aslında hem hizmetçisiyiz evimizin hem efendisi, hem buyuranıyız hem buyurulanı. Böyle gelmiş yaşamımız böyle gitsin diliyoruz tanrılardan.” Adam böyle konuşurken kadın ocağa kuru yapraklar, kabuklar atmış, güçsüz soluğuyla henüz sönmemiş kıvılcımları üfleyerek ateşi canlandırmaya çalışmış. Sonra kocasının kendi elleriyle sulayıp büyüttüğü sebzeleri ayıklamış, bir küçük tencereye koymuş onları, üzerlerine de kimbilir ne zamandır sakladığı rengi kararmış kurutulmuş etten katmış biraz. Ama katmadan eti biraz kaynar sudan geçirmiş daha yumuşak olsun diye. Yaşlı kadın sonra titreyen elleriyle üç ayaklı bir masa çekmiş ortaya. Masanın üçüncü ayağı kısa geliyormuş da kadın dengelemek için bir kırık çanak parçası koymuş altına. Sonra da masaya iştah açsınlar diye taze naneler, siyah ve yeşil zeytinler, hindibalar, kızılcıklar koymuş, ılık külde pişmiş yumurtalar. Yemek pişince o da gelmiş masaya. Kadıncağız daha ne çıkaracağını bilemiyormuş konuklarına. Cevizler, üzümler, hurmalar, erikler, kokulu elmalar, incirler dizilmiş masanın üzerine. Bir testi de şarap bulmuş kadın. Daha yeni çekilmiş şarap, tadı da pek iyi değilmiş ama buymuş elde olan. Konuklar yemeklerini yedikçe ihtiyar kadınla adamın yüzleri mutluluktan ışıldıyormuş onları şöyle ya da böyle ağırlayabildikleri için. Yapmacık değil içten gelen bir konukseverlikmiş onlarınki. İhtiyarların dikkatlerini şarap testisi çekmiş bir ara. Sık sık koydukları halde çanaklarına hep eski düzeyinde duruyormuş şarap. İhtiyarları bir korkudur almış, dualar okumaya başlamışlar içlerinden. Bir kazları varmış ihtiyarların, onu da yemek için değil de bekçilik etsin diye besliyorlarmış. İhtiyarlar bu kazı kesip sunmak istemişler tanrısal konuklarına. Ama yaşlılıktan doğru dürüst yürüyemeyen ihtiyarlar, kaz bir o yana bir bu yana attıkça kendisini savrulurlarmış onlar da bir o yana bir bu yana. Kaz sonunda kaça kaça gelip tanrıların yanına sığınmış, onlar da kestirmemişler hayvanı. Sonra: “bizler tanrıyız” demişler.” Sizin o dinsiz komşularınız hak ettikleri cezaya çarpılacaklar ama size hiçbir kötülük gelmeyecek. Yalnız bırakın evinizi de dağın tepesine gelin bizimle. İhtiyarların ikisi de uymuşlar bu söze ve değnekleri kaka kaka oflaya puflaya çıkmışlar tanrıların ardı sıra yokuşu. Tepeye varınca bütün şehrin sular altında kaldığını görmüşler. Bir kendi evleri ayaktaymış. Ama artık küçücük harap bir ev değil de bir tapınakmış o. Zeus “dileyin ihtiyarlar bizden ne dilerseniz” demiş. Philemon ile Baukis birbirleriyle fısır fısır konuştuktan sonra tanrılara dönmüşler: “Tapınağınızın hizmetçileri ve bekçileri olmaktır dileğimiz” demişler. Gerçekleşmiş dilekleri. Yaşadıkları sürece tapınağın bekçisi olarak kalmışlar. Sonra daha da yaşlanmışlar ve iyice bükülmüş belleri. Bir gün tapınağın merdivenlerine oturmuş eski günleri anarlarken her ikisi de birbirlerinin yapraklarla kaplandığını görmüşler. Güçlükle “elveda ey benim sevgili eşim!” sözcükleri dökülmüş dudaklarından ve her ikisinin ağzı da kabuklarla kaplanmış, tepeleri dallanmış, aynı kökten bir meşeyle bir ıhlamur ağacı çıkmış. Philemon ile Baukis birer ağaca dönüşmüşler böylece ölmek yerine. Gelen geçen çelenkler asarmış bu ağaçların dallarına…
| |
|